Dışarıda izlediğimiz olaylar ve karşılaştığımız insanlar üzerinden kendimizi bulma yolculuğundayız. Zaman zaman odağımızı dengede tutma konusunda zorluklar yaşıyoruz. Dıştan gelen etkiler içimizde sebepsiz girdaplar oluşturup, bizi olaylar üzerinden duygu ve düşüncelere bağladığında, herşeyin bir oyundan ibaret olduğunu farkedebilmek marifetini geliştirebilmek gerek. Yaşananların üzerimizdeki etkisi ne olursa olsun, karnımıza yumruk gibi inen acıya rağmen, bir algı oyununun içinde olduğumuzu hatırlatmalıyız kendimize. Bilinçaltının döndüre döndüre çaldığı acılı şarkılardan birinin içeride yankılandığını ve kurduğu keder tuzaklarına bizi çekmeye çalıştığını keşke hiç unutmasak… Tuzağı anında farkedip, uyanıklığımızın tadını çıkarmak için umarsızca omuz silkip “Öyle kolay kolay zokayı yutturamazsın artık bana” diyebilsek.
Yaşadığımız yoğun duygular aslında bir nevi afyonumuz. Birşeye tutunmaya olan ihtiyacımızdan, bile bile sarıldığımız, göz göre göre çekildiğimiz bir esrar. Boşluklara tahammül edemediğimizden tutunmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Bazen neye tutunduğumuzu bile bilmeden… Bazen yamalı olduğu daha ilk bakışta belli olan sevgi giydirmeleri yapıyoruz suretlere. O giydirdiğin elbise, o surete uymuyor… Dahası yamalı, iki gün sonra sökülmeye başlar bir yerinden. Görmüyor musun?…
Bazen bizden ne götürdüğüne bakmadan, kendimizden uzak düşme pahasına ilişiveriyoruz, ilk bulduğumuz sevilme ihtimalinin köşesine. Herşeyin kendinden kendine olduğunu bile bile sarılmak istiyoruz belli belirsiz suretlere. Gelen sorunları görmezden gelen sen, kendi özünden uzak düştüğün her seferde, aynı ıssız yerde olduğunun farkında mısın?…
Kendine iş edindiğin fasa fiso meseleler, değer verdiğin o önemsiz kişiler, elinden boşa kayıp giden zamanlar… Kendine ettiğin ihaneti her seferinde yüzüne çarparken o amaçsız didinmeler, hala başını öbür tarafa çeviriyorsun ya…
Aferin !!!… Görmemek için verdiğin çabaya aferin…
Oysa ki… İnsanın Öz’ünden en kestirme ve en etkili şekilde geliyor mesajlar. Gerçeği farkedene kadar da oradan oraya savuruyor. Bir taraftan da “Uyan artık !” diye silkeliyor. Ama bazı uykular çok derin, bazı rüyalar da çok sürükleyici oluyor, kabul etmek lazım…!
Bir şeyi daha sevmeye başlarken, hatta sevme ihtimali henüz yeni belirirken, insan kendine hatırlatmalı : “Önce kendini sev !” diye…
Önce kendini sevmezse, hafızanın derinliklerinden yaşanmışlıkları çıkartıp yüzüne çarpmalı… Öz’ünün isyanını başlatacak olaylar silsilesine hiç girmeden, gerekirse arkasını dönüp gidebilmeli bilgelikle…
Öncelikler listesinin ilk maddesi olarak… Hafızanın en baş köşesinde, duyguların asla erişemeyeceği özel bir bölmede, neon ışıklarıyla yanıp yanıp sönmeli…
Ve sürekli hatırlatmalı : “Önce kendini sev !” diye.
Önceliğimiz elbet sevgi… Ama ön koşulu; önce kendini sevmek ve bu sevgiyi besleyecek seçimler içinde kalabilmek…
Ne olursa olsun, kendinden vazgeçmemek… En öne “Ben”ini geçirip, sevgiyle ve onun eşsiz tezahürleriyle hemhal olabilmek…
İşte o zaman gelecek sevmenin ve sevilmenin dengesi. Ne olursa olsun kaymayacak şirazesi. Ne kendi hakkını yedirecek, ne başkasınınkini gözardı edeceksin. Adalet üzere olacak, sevmeler de, sevilmeler de…
“Sevginin de pazarı kurulur mu?” diyorsan… Bu alemde her şey bir alışverişten ibaret… İstemsizce alıp verdiğin nefes bile…
Şubat 2020, İstinye
“Seni o kadar seviyorumki, ne düşündüğün umurumda değil….”
Abraham Hicks