Seyirdeyim…
Filmi hem seyreden, hem oynayan olmanın dayanılmaz zevki. Ve zorlukları ile…
Zevki ve zorlukları kısmını hemen açayım:
Zevk almaya başlamam aslında pek kolay olmadı. Hayatın anlamsızlığı, niye bu kadar acılarla dolu olduğunu anlayamayışım… Kendimi aslında çok da tanımayışım… Sebebini başkalarında aradığım kızgınlıklarım… Her sarıldığım umutta bir başka hayal kırıklığı yaşayışım… Böyle hislerle dolu uzun zamanlar geçirdim.
İnişli, çıkışlı zamanlar çok oldu diyeyim. Düştüğünde çok dert eden biri değilim Allah’tan. Galiba onun için çabuk toparlanıyorum.” Niye düştüm ?” diye oturup uzun süre dertlenmem yani…
Bir dönem sokakta, evde, işyerinde, akla gelebilecek her yerde düşüyordum. Gerçek anlamda düşüyordum, mecazi değil. Hatta bir keresinde çalıştığım televizyon kanalında kadınlar tuvaletinde düşmüş, kuyruk sokumumu iki yerinden kırmıştım. O gün bile düşer düşmez hemen fırlayıp ayağa kalkmıştım. Etrafımdakilerin “Bir şey oldu mu, iyi misin ?” türünden endişeli sorularını, gülümseyerek “İyiyim” diye geçiştirmiştim. Aslında içimden öyle bir “Ahhhh !!!” feryadı yükselmişti ki, bugün bile hala anısı tazedir.
Başka bir gün kaygan bir yolda ayağım kayar düşerdim. Hemen toparlanıp kalkar, üstümü başımı düzeltip çevredeki endişeli bakışları rahatlatmak istercesine gülümseyerek “İyiyim” derdim. Böyle bir çabam var, niye bilmiyorum. Canımın yandığını gizlemek zorunda hissediyorum kendimi. Canım yanmıyormuş gibi yapıyorum. Açık açık “Çok acıdı…” diyemiyorum. Niye bilmiyorum. Saklamak zorunda hissediyorum…
Duygusal hayatımda da bu böyle… Hayatta pek çoklarına göre şanslıydım. Rahat bir yaşam sürdüm, pek çok insana göre iyi imkanlara sahip oldum. Çevremde “kendilerince” beni seven, iyi niyetli insanlar oldu. Öyle büyük trajedilere maruz kalmadım. Belki çok huzurlu bir ailede büyümedim ama iyi insanlardı sonuçta. İyi insanların niye büyük mutsuzluklar yarattıklarını da hiç anlayamadım.
Bu da yaşamın bana getirdiği ve cevabını bir türlü bulamadığım kocaman bir sorudur: İyi insanlar niye mutsuz olurlar?… Niye başkalarını da mutsuzluklarına mahkum ederler? Bilerek veya bilmeyerek…
Bir yazgıyı değiştirme çabasıdır belki de benimki. İnsan kaderini mi yaşar? Yoksa kaderini kendi mi yapar? Bu soru hayat boyu beni arayışta tutan en büyük bilmecedir…
Başlangıçta neyi aradığını bilmeden arayışta oluyor insan. Çokça yanıldığım halde, hayattan az ders aldığım dönemlerim çok oldu. İçim rahattı, çünkü suçlu hep başkaları idi. Beni anlayamamışlardı, ben hep iyi biri olmuştum halbuki . Beklentilerim de çok büyük değildi ama beni bir türlü anlayamadılar. Ben de onlardan kendimi mahrum ederek cezalarını verdim !!!?…
Her arkamı dönüp gittiğimde, kısa süreli bir rahatlama duygusu bana eşlik ettiğinden, bir süre keyfim yerinde oluyordu. Sonra hayatın karşıma çıkardığı yeni olaylar ve insanlar üzerinden yolculuğa devam ediyordum.
Her şeyin albenisini çabuk kaybettiğini bir süre sonra anladım. Uzun bir süre geçmiş olabilir anlayana kadar. Bazılarımız “Yenilen pehlivan güreşe doymazmış” sözünü an be an doğrulayarak yaşar. Ben de onlardan biriyim. Yenilgiden zevk aldığımdan değil. Bir gün yeneceğime olan inancımdan güreşe devam ediyorum diyelim. Belki de inatçı bir yapım var, ondandır. Bunun üzerinde de ayrıca düşünmem gerek…
“Bir gün mutlaka”… diyerek gözümü karartıp her seferinde düştüğüm yerden kalkmama, üstümü başımı toparlayıp hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmeme sebep olan şeyin adını koyamadım uzun süre. Ben mutluluğu aradığımı sanıyordum sadece. Bu da olsa olsa dışarıda bulunabilecek bir şeydi. Mutluluğu bana veremeyenlerin sorunu idi başıma gelenler. Dedim ya içim rahattı benim. Onlar düşünsündü !!!?…
Tüm bunlar olup biterken, ilahi olana da yönelişim pek tutarlı değildi. Yaradan ile iletişimde sorunlar yaşıyor olmamdandır belki; Neale Donald Walsch’ın “Tanrı ile Sohbet” kitaplarına sıkıca tutunduğumu hatırlıyorum bir dönem. Belli bir seviyede tutarlı bir ilişki gibi gözüküyordu o an için. İletişim sektöründe çalışan biri için iyi bir seçimdi. Tanrı ile sohbet edebilmek ve soruları doğrudan ona sormak fikri beni çok heyecanlandırmıştı. Ancak orada da -şimdi daha net görebiliyorum- tutarsız bir tavrım olduğundan çok net geri dönüşler alamıyordum. Olanları Yaradan’dan mı, kullardan mı, kendimden mi bilmem gerek ?… Doğrusu bunu ben de pek kestiremiyordum. Kafam allak bullak, bilgilerim bölük pörçük, buna rağmen beklentilerim çok yüksekti. Acıklı bir durumdu yani !…
Tüm bu ahval içinde tek tutarlı bir şey vardı. O da… Ben hep ümitli idim. İnanmayacaksınız, hala öyleyim. Yarının bir önceki günden daha güzel olacağını düşünürüm niyeyse. Öyle olsun olmasın, bu fikrim hiç değişmez. Hayatın sürprizlerine açık olmak beni cesaretlendiriyor garip şekilde. Gözü karalığım buradan geliyor sanırım. Yeni gelişmeler, yeni yerler, yeni insanlar beni endişelendirmez. Tam tersine umutlandırır beni…
Seyirde olmak, arayışın hem kendisi, hem sonucu gibi. Arayışta olduğum için mi seyrin farkına vardım, yoksa seyrin kuralı hep arayışta olmak mı, bilmiyorum… Bildiğim tek bir şey var. Hepimiz seyrediyoruz. Bazılarımız farkındalıkla seyrediyor, bazılarımız fark etmeden. Fark edenlerin farkı; kabulde olmaları…
Teslimiyet çok özel bir anlayış durumu… Ben kendi tespitimi en basit şekli ile şöyle anlatıyorum: Sen bir şeye samimiyetle ve gerçekten inanarak teslim oluyorsun. Karşılığında sana ihtiyacın olan her şey veriliyor. Teslimiyet bir nevi hayatını otomatik pilota bağlamak gibi. Havada türbülans varmış, yoğun sisten dışarıda göz gözü görmüyormuş, zemin kayganmış filan çok da umurunda olmuyor. Sen kahveni söylüyor, kemerini takıp inişe hazırlanıyor ve sonrasında da güvenle indiriliyorsun. Türbülanstan dolayı uçak biraz sallıyor olabilir, pencereden gördüğün sis kaygılandırıyor, zeminin kayganlığı biraz canını sıkıyor olabilir ama çok takılmıyorsun… Biliyorsun ki; uçağın güvenli bir şekilde, olması gereken yere inecek. Eğlenceli olan kısmı da şu; uçağı başarı ile indirdiğin için seni gelip tebrik bile ediyorlar. Ne ironi ama değil mi?…
Teslimiyet ile birlikte, hatta teslimiyetten önce, yönelişin samimi olduğunda, hayatın sana çok tatlı espriler yaptığını farkediyorsun. Müthiş bir zekanın seninle senkronize olduğunu, içinden geçen düşüncelere karşılık dışarıda komik tezahürler olduğunu ve bunların birer tesadüf olmadığını anladığında, kendi kendine gülümseyen, hatta olmadık yerde kahkaha atan biri olarak buluyorsun kendini…
“Kendi kendine konuşup gülene deli derler…” diye büyütüldük biz. Hoş, şimdilerde herkesin elinde bir telefon, kendi kendine konuşup gülüyor. Ama benim bahsetmek istediğim bilinç durumu, tüm bu tanımların dışında kalıyor. Bir sırdaşlık, bir tanıklık, bir gözlem ve emin olma durumu. Senin Öz’ünden gelen bir tür onaylama gibi…
Kur’an bize, bilinçli olarak farketsen de farketmesen de, bir yolculukta olduğunu, başına neler gelebileceğini ve sıkıştığında hangi yollardan çıkabileceğini açıkça anlatmış.
“Ben size şah damarınızdan daha yakınım” diyor. Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse; cevher bizim içimizde. Kullanma kılavuzu da kitap olarak elimizde. Ayrıca kitapla özdeşleşmiş ve yolculukta olanın deneyimlerini bizzat yaşayıp aktarmış rehber kişi de, yönelmek isteyene belli bir adreste.
Rızkın da, sen bilsen de bilmesen de, cebinde.
Deniz Erten yurtdışına giden çocuk örneğini verip benim zihnimi açan çok özel bir insandır. “İşaret” serisiyle başalayan ve “Misafir” serisiyle tamamlanan altı adet akışta okunan kitabıyla, şuursal yükselişimde çok anlamlı bir yere sahip olan bu güzeller güzeli kardeşim, sohbetleri ile de kalbimde özel bir yere sahiptir. Verdiği örnekten yola çıkarak benim bakışım da şöyle: “Çocuğunu yalnız başına yurtdışına yollarken, mutlaka sen de bunları göz önüne alıyorsundur. Önce çocuğuna verdiğin terbiye ve ona olan güveninle yola çıkmasını onaylıyorsun. Sonra gideceği yeri tanıması ve yolunu kaybetmemesi için gideceği yeri anlatan bir kitap veriyorsun. Ayrıca başı sıkışınca arayacağı birinin adresini veriyorsun. Hatta “Gider gitmez ara, sana yol gösterir” diye sıkı sıkı tembih ediyorsun. Yatacak yerini ayarlıyorsun, cebine de parayı koyup yolluyorsun. Sonrasında başının çaresine bakmasını istiyorsun. Kaybolursa da, kendi sorumluluğu oluyor. Yine çok endişeleniyorsun, onun için çok üzülüyorsun ama yolunu bulup eve dönmesini bekliyorsun. Öyle değil mi?”…
Hayatı da böyle anla işte. Tanrı’nın ihtiyacın olan tüm donanımı sana yükleyip, eline bir kitap, önüne rehber olsun diye bir peygamber verdiği, cebine para koyup yatacak yerini ayarladığı bir yurtdışı seyahati gibi. Önünde sonunda eve döneceksin. Yanlış sokaklara sapabilir, çıkmaz yollarda kaybolabilirsin… Korkma, en sonunda yine evine döneceksin…
İşte umutlu halim bundandır benim. Nasılsa zamanı gelince eve döneceğim. Dönmeyi kafaya takıp buradaki eğlenceyi kaçırmaya gerek yok… Hem buradaki deneyimlerin, eve dönüşte sana farklı imkanlar sağlayacak olabilir. Farkındalıkla yaşadığın her an, mevcut anlayışından daha fazlasını sunma potansiyeline sahipken, bulunduğun anın ve yerin keyfini çıkarmak en doğrusu.
Her an’da “sen” ve “sen”den daha fazlası, çok çok daha fazlası varken, nasıl herşeyi görüp bildiğini iddia edersin?. Üstelik daha “sen” dediğini doğru dürüst tanımamışken… Bir an önce tanışmalısın “sen”i oluşturan farklı “sen”lerle… Vakit çok geçmeden…
İçindeki ne korkudan, ne de umuttan vazgeçmelisin. İkisini birlikte beslemelisin. Beslemelisin ki; birini kaybedersen öbürü arayışını sürdürmen için sana destek olsun. Endişe etme… Sen kaybettim zannetsen de, onlar seni kaybetmeyecek ve menzile ulaşmana yardım edecek, sayısız “görünmez”lerden sadece ikisi olarak sana hep eşlik edecekler.
Varılacak bir menzil var zannında olsan da… “Sen”den “Sana” bir yolculuk bu…
Her AN’ında zevk etmeye bak… Eve dönerken yanına tek bir şey alacaksın: Farkedişin…
İstanbul 2019
“İnsan kendini şifalı ve sağlıklı bir sevgiyle sevmeyi öğrenmeli. İnsan kendisine katlansın ve orada burada sürtmesin diye”. Nietzsche